4 Kasım 2008 Salı

beni terkettin

şekerim ayşe beni terkettin gibi gibi... lütfen ses ver seni çok özledim caımıniçi...

13 Ekim 2008 Pazartesi

çocuklara şeker güzellemesi

gazoz kapagım, senin yazdıklarını okuyunca garsonların süklüm püklüm olmuş hallerine duyduğum derin merhamet yerine eyüpte çocuklara şeker dağıttığımız gün geldi aklıma... yusuf sen ve ben nasıl akşamın alaca karanlığında kendimizi bu iyilik için adamıştık değil mi...
her zamanki yanlış hesabım yüzünden (bu yüzden hesaplı işleri sevmiyorum işte) marketten bir sürü şekerle ayrılmıştık... sonra üçümüz yol boyu gördüğümüz her çocuğa şeker ikram etmiştik.. iyilik melekleri olarak gezerken bir yaşlı kadın beni çağırmış ve kendisine yumurta almamı istemişti ve sen 'izin verirsen bu iyiliği ben yapayım' tarzından bir cümleyle kadının yumurtalarının parasını vermiştin ve böylece o akşamın en kolay iyiliğini sen kaptığın için sürekli mızıkçılık yapmıştım....
ya bir de durup durup bu kadar çok şekerle iyilik yapınca bunu bünyem kabul etmemiş gece beni ateş basmıştı...
bunları hatırladım:)
hatırlatayım dedim...
ne de olsa çocuklara şeker dağıtmanın bana iyi geleceği fikrini veren sendin:)
hatırladın mı şimdi...
ya bu arada tatlım canım herkese kızıp bağırmak istiyor... şeker dağıtıp iyilik toplama havasından çok uzağım bu günler..
geçer mi geçer... herşey gibi bu durumda kendiliğinden geçer diye bekliyorum

4 Ekim 2008 Cumartesi

Benzin istasyonlarındaki amcalar ve çocuklar

Bayram tatilinde otobomille akrabaların evlerine çukulata götürmek kuşkusuz şehir içi otobüslerle hareket etmekten keyifliydi. Bayram dolayısıyla bedava olan otobüslerin içi turşu bastırılan küpler gibi sıkış tıkıştı. Gerçi sahip olduğumuz bu "keyifin" dez avantajlarını da yaşamadık sayılmaz. Özellikle benzin istasyonlarında. Rüzgarın "çap çap" yüzü vurduğu bu istasyonlarda bir el otomobilinize benzin doldururken diğer el hemen kirli olduğu varsayılan camları temizlemeye başlıyor. Bunun neresi rahatsız edici olabilir diye düşünebilirsiniz. Sadece yaşamanız lazım diyebiliyorum. Siz o sıcak arabanın içindeyken, üzerine bol gelen tuhaf bir tulumla on dört yaşındaki çocuk burnunuzun dibinde temizlik yapıyor. Gerçi çocuk olması yine iyi. Bazı istasyonlarda bunu yapan amcaların yaşları kırkla elli arası. Bu temizlik işi yapılırken o kadar yakın duruyorsunuz ki anlatamam. Aramızdaki cam olmasa iki yabancının o denli yakın durması muhtemelen abes kaçar. İşte bu yakınlık içerisinde bu amcalarla çocuklar asla size başını kaldırıp bakmıyor. Eğitimi çok iyi verilmiş eski bir köle gibi. Ayşe Olgun'un - evet senin- asla otomobille mutlu olamayacağını düşündüm birden. Zira lokantalarda servis yapan garsonlara dahi sürekli belli bir eziklik içinde bulunan bir kızı bu tabloda bir yere koyamadım. İşte böyle, hayırlı bayramlar.

11 Eylül 2008 Perşembe

Bir “Fatiha” isteyen yazı

Ağır çekimde bir yaz günü. Babamı birkaç saniyeliğine görebileceğim. Hastahanenin merdivenlerini çıkıyorum. Bir basamak, iki basamak, üç basamak, dört basamak, beş basamak, altı basamak....Yoğun Bakım’ın kapısından içeriye girdiğimde belli belirsiz sesler cimcikliyor beni. Ne kadar da temiz bir ünite. Hayatın lekelerinin, ekşi kokularının, tozlarının içeriye sokulmasına müsaade yok. Halbuki babam geçen hafta evi badana ettirmişti. Pantolonunda boya lekeleri, avuçlarında tiner kokusu vardı. Yoğun Bakıma girerken ondan yaşama dair bu izleri temizlemiş olmalılar. Ağzındaki çay tadı bir sürü ilaçla sökülmüş olmalı. Çay tiryakisi bir adamı iki gündür tuhaf gazlarla iğnelerle besliyorlar. Hala yürüyüyorum. Birazdan camekanın ardından göreceğim onu. Soluk alıp verişi zelzeleyi anımsatacak. Bedeni, içeriye bir nefes çekebilmek için baştan aşağıya eğilip bükülecek. Beş yaşımdayken güvercinlere yem attığımız güzel bir yaz günü yanımda bitecek o an. Bir sürü kanat sesi kulağımda kımıldanacak. Babamın soluk alıp verişindeki hırıltıya karışacak onca güvercin.
Cenaze günü eve doluşan akrabaların, misafirlerin, “Başınız sağ olsun” cümlelerinin, Fatihaların arasında kalacağım. Gelenlere dağıtılan kuru pastalara bakıp: “Babama ayırdınız mı?” diye soracağım. Herkes duymamazlıktan gelecek. Ağlayacağım. Üç aydır hayatın bana kaşık kaşık yutturduğu saçma sapan bahaneler yüzünden babamı ziyarete gelmediğim için, takkesini sağa sola çekiştirmesini bir daha göremeyeceğim için, gülerken yüzündeki kırışıklıkları savurup bir oğlan çocuğuna benzeyen tek kişi olduğu için...
Şimdi onun selasını dinleyeceğim pencereden. On üç yaşında gurbete çıkmış, sokaklarda yaşamış, dondurmacılık, inşaat işçiliği, bahçıvanlık, fabrika işciliği, seyyar satıcılık gibi bir yığın işe girmiş, Türkiye’nin pekçok şehrine kamyonların arkasında gitmiş, bekar otellerinde kalmış, evlenince düzenli bir hayatla kendini düğümlemiş, gerçekten ziyade hikayeye benzeyen bu mavi gözlü adam için minarede sela verilecek. Evinin içindeki, kapısının önündeki onca insan sela başlayınca ocağın altını kısar gibi konuşmalarını, ağlamalarını fısıltıya çevirecek. Sanki selayı camii hocası değil de babam okuyacak. O hırıltılı sesiyle dünyaya son kez seslenecek. Helalleşecek. İçimizdeki bir jilet aşağı yukarı hızla hareket edecek o an. Bedenlerimizin içine dalan bir terorist gördüğü her yapının altına bomba koyacak, karşılaştığı her canlıyı boğazlayacak... Ve ben artık babasız bir kız olacağım.
Tabutu evin önüne geldi. Altı yıl kadar önce babam bir karga yavrusunu donmasın diye karton kutu içinde böyle eve getirmişti. Tabuta benzeyen bir kutuydu. Buz gibi bir kıştı. Ayakkabıları su çekmişti babamın. Yün çoraplarının uçları ıslaktı. Şimdi güneş parıldıyor. Edilen duaya amin derken başımı önüme eğiyorum. Evlendiğim gün çekilen aile fotoğrafındaki babamın verdiği poza benziyorum bu halimle. Tüm aile gülümseyerek objektife bakarken ağlayarak boynunu büktüğü için yüzü gözükmemişti babamın. Gerçek acının fiyakalı hiçbir yanının olmadığını anlıyorum aniden. Sadece “Rabbim” diyebiliyorum. “Rabbim canım Rabbim...” Uzayan sakallarını makasla düzeltirken babamın gülümseyerek söylediği: “Diğer tarafta traş derdi olmayacak” cümlesini üzerime alıp sıkı sıkı sarılıyorum. “Diğer tarafta inşallah bir derdi olmasın babamın, Rabbim, canım Rabbim. Amin”

Çok hafif bir yağmur atıştırıyor. Erkekler mezarlığa doğru hareket ediyor. Mıknatısın demir tozlarını sürüklemesi gibi bir sürü adam otomobillerine binip cenaze arabasının peşine düşüyorlar. Geride kalan kadınların gözyaşları onların ardından dökülen bir tas suya benziyor. Anneme bakıyorum o an. Kırışıklıklarının ardına saklanan acıyı görmeye çalışıyorum.

Bir hafta sonra kazaklarını, pantolonlarını, gömleklerini, ayakkabılarını ihtiyaç sahiplerine vermek için çıkarıyoruz dolaptan. Çok fazla değiller. Yeşil hırkasını ben alıyorum . Tüm kış giydiği, camiye onunla gittiği, bazen kanepede onunla uyuya kaldığı yeşil örme bir hırka. İyice yıpranmış iş gömleğini kimseye veremeyeceğimiz için atmaya karar veriyoruz. O bu gömlekle sokakları süpürür, tamirat yapar, evin çatısını düzenlerdi. Bir kaç saat sonra çöpe giden gömleğe bir çingenenin eli dokunuyor. Delik deşik bir gömlek. Üzerinde çalışmanın kalın kokusu var. Çingene sağa sola iyice çekiştirdikten sonra işine yaramayacağına karar veriyor ve kenara atıyor gömleği. Gömleğin kolu konteynırdan dışarıya sarkıyor. Kareli mavi bir gömlek kolunu rüzgar sağa sola itiyor. Ablam koşarak konteynırdan kurtarıyor gömleği, ben de akşam gidip o konteynırı tekmeliyorum. Attığım her tekme aynı zamanda geçmişimin yüzüne çarpıyor. Geçmişteki hatalardan, terbiyesizliklerden, kendini bir şey zannetmelerden oluşan yüz kan içinde kalıyor. Morarmış gözler, patlamış dudak, kanayan buruna bakıp, “Neden bu kadar bencildin? Neden hep babanın seni anlamasını, dinlemesini, onaylamasını bekledin, neden bir kere de sen denemedin?” diye bağırıyorum ona.

Mezarlığın başında Kuran okuyoruz. Burası yeni bir mezarlık. Yeşil ve sakin. Babamın sağken yaşamak istediği yer onun göçmesinden sonra tam burada yaratılmış gibi. Rüzgar esiyor. Toprağının üzerine düşen tozları temizliyorum. Babamın keyifli bir hayatı olduğunu söyleyemem. Zor bir yaşamı oldu. Aradığı ama bulamadığı bir şey onu kendi içine sürükledi durdu hep. Ailemizin içli dışlı, gürültülü, kahkahalı, kalın ilişkilerine katılamayışım, yabaniliğim sanırım bana babamdan şırınganlandı. Hep bir şeyin eksik olduğu hissini ondan devraldım. Allah’ım ona aradığını, senin onda görmek istediğini şimdi ver. Rabbim babamı bağışla. Amin.

Eşim iki üç gün önce babamı beyazlar içinde beş yaşlarında bir çocukla el ele yürürken görmüş. Babam hakkında görülen en sevdiğim rüya bu. Ben onu, üç aydır, ağabeyim ise sekiz aydır göremiyorduk. Müthiş bir vicdan azabı öldürücü nefesini yüzümüze üflüyordu. Sanırım o beş yaşlarındaki çocuk Davut. Beş yaşında ölen kardeşimiz. Evlat hasretiyle giden bir babayı Allah ne güzel teselli ediyor. Rabbim onu affet. Sen onu doldurduğu günah sevap defterlerine göre değil, merhametinle karşıla. Amin.

Not: Babam Rüstem Sevim için bir Fatiha gönderenlerden Allah razı olsun.

6 Eylül 2008 Cumartesi

bilet

sana hep rüyalarımı anlatırdım ya
yine garip iki rüya gördüm
ilkinde yatak odama gidiyorum.. perdelere yastıklar tutuşturmuşum. pencerden dışarı bakıyorum.. evimin arkası uçurum ve uçurum bir denize açılıyor... o kadar güzel bir deniz ki.. sabah güneşi doğuyor... ama ben uçumdan korkuyor kendimi güvene almak istiyorum..yatak odamın yerini değiştirmek için evi çeviriyorum tek başıma... uçurumun olduğu taraf evin tek cephesine kalıyor....pencereden bakıyorum ve yine denizi ve denizin üstünde küçük bir kayacıktan ada görüyorum...
---
bir paket geldi ve paketi açtım içimden bana alınmış tek kişilik bir tren bileti çıktı... bileti kimseye göstermek istemedim ama o yolculuğa çıkmaya karar verdimmm

uzağa düşmek

bugün şunu hatırladım..
ben en sıkıntılı zamanlarımda seninle vakit geçiriyordum ve sıkıntılı olduğumu unutacak öyle güzel şeylerden konuşuyorduk ki seninle...
kelimelerden yapılmış bir ırmağın içinde hızla kağıttan sukün gemimiz ilerliyordu...
hiç korkmuyorduk...
suya kendimizi bırakmıştık...
senin yanında kendimi okumak bunu yapmak ruhuma tülden kanatlar takıyordu...
şimdi sustuk...
uzağa düştü yolun...
en son ankara'ya geldiğimde kapınızın önündeki hamakta sallanmış yeşile ve maviye bakarken kendi kendimize sözler dizmiştik inciden...
sonra ben kalktıp metroya bindimm ve bir gün boyunca bir gölün kıyısında sessizce oturdum. akşam olunca da istanbul'a döndüm...
şimdi saatler boyu gözümü diktiğim o gölü hatırladım...
seninle hamakta oturuşumuzu...
içimizde patlayan kelime balonundan saçılanların nasıl bedenimizden çıktıklarını...
bizi orada öyle bıraktıklarını...
hatırlıyorum seni ve seninle ilgili tuhaf zaman aralıklarını...
o aralıklarda nasıl mutsuzluklar prensesi gibi gezerken seni bulduğumu...
gözlerinin içinde saklı çocuğa anlattıklarımı...
bağımlı ruhumu nasıl çözemediğimi...
içimdeki yarayı nasıl karikatürize bir oyuncak yaraya çevirip kendimi ve seni güldürdüğümü...
sözün dümenini fazla çevirmeden kıyıya el sallarsak
hemen sana dönüp demek istiyorum ki
seni çok özlüyorum yaa....

22 Ağustos 2008 Cuma

geldin ama yoktun

orucumuzu açtık.. kalabalık kalabalık kalabalık içindeyken senin telefonun geldi... istanbul'a gelebilirim.
ikinci telefonda tekke'de olduğunu öğrendim... ben kalabalığın içinden geçemem şimdi ayaklarım çok ses çıkarır, en iyisi seni evde beklemek.
yok yok biz seninle kariye bahçesi'nde buluşalım.
bu sırada ay tutuluyor.. ay siyah bir örtü ile kapanıyor. gözüm ve gönlüm gökyüzüne açıldı seni bekliyorum...
eve döndük bir oda da sen diğerinde çekirdek kız...
ben üçüncü odaya geçiyorum, kapıyı kapatıyorum.. percereyi sonuna kadar açıyorum ve gecenin içinden geceye doğru bir yolculuğa çıkıyorum..
biliyorum ikinizde erken çıkacaksınız...
sabah görüşemeyeceğiz seninle...
belki yine yatağının üstüne bir not bırakacaksın!
belki...
belkileri düşünürken uykuya dalmışım...
uyandığımda sen dün geceki yüzünle geldin bedenimden geçtin.
ama seni hiç öyle yorgun, öyle derin bir acılar içinde yüzen yüzünü görmemiştim... suyun üzerine vuran ceset gibiydin.
ölüm gözlerine vurmuştu ve ben senin gözlerinden ilk kez ürktüm.
bu yüzden sustum...
sana dokunursam ikimizde buz gibi olacağız sandım...
yüzünün rengini değiştirmek için biraz daha ankara'da kal...
o evden uzaklaş..
ve kendi içine gömdüğün ölüyü al toprağa bırak..
bunu yap lütfen.