4 Kasım 2008 Salı

beni terkettin

şekerim ayşe beni terkettin gibi gibi... lütfen ses ver seni çok özledim caımıniçi...

13 Ekim 2008 Pazartesi

çocuklara şeker güzellemesi

gazoz kapagım, senin yazdıklarını okuyunca garsonların süklüm püklüm olmuş hallerine duyduğum derin merhamet yerine eyüpte çocuklara şeker dağıttığımız gün geldi aklıma... yusuf sen ve ben nasıl akşamın alaca karanlığında kendimizi bu iyilik için adamıştık değil mi...
her zamanki yanlış hesabım yüzünden (bu yüzden hesaplı işleri sevmiyorum işte) marketten bir sürü şekerle ayrılmıştık... sonra üçümüz yol boyu gördüğümüz her çocuğa şeker ikram etmiştik.. iyilik melekleri olarak gezerken bir yaşlı kadın beni çağırmış ve kendisine yumurta almamı istemişti ve sen 'izin verirsen bu iyiliği ben yapayım' tarzından bir cümleyle kadının yumurtalarının parasını vermiştin ve böylece o akşamın en kolay iyiliğini sen kaptığın için sürekli mızıkçılık yapmıştım....
ya bir de durup durup bu kadar çok şekerle iyilik yapınca bunu bünyem kabul etmemiş gece beni ateş basmıştı...
bunları hatırladım:)
hatırlatayım dedim...
ne de olsa çocuklara şeker dağıtmanın bana iyi geleceği fikrini veren sendin:)
hatırladın mı şimdi...
ya bu arada tatlım canım herkese kızıp bağırmak istiyor... şeker dağıtıp iyilik toplama havasından çok uzağım bu günler..
geçer mi geçer... herşey gibi bu durumda kendiliğinden geçer diye bekliyorum

4 Ekim 2008 Cumartesi

Benzin istasyonlarındaki amcalar ve çocuklar

Bayram tatilinde otobomille akrabaların evlerine çukulata götürmek kuşkusuz şehir içi otobüslerle hareket etmekten keyifliydi. Bayram dolayısıyla bedava olan otobüslerin içi turşu bastırılan küpler gibi sıkış tıkıştı. Gerçi sahip olduğumuz bu "keyifin" dez avantajlarını da yaşamadık sayılmaz. Özellikle benzin istasyonlarında. Rüzgarın "çap çap" yüzü vurduğu bu istasyonlarda bir el otomobilinize benzin doldururken diğer el hemen kirli olduğu varsayılan camları temizlemeye başlıyor. Bunun neresi rahatsız edici olabilir diye düşünebilirsiniz. Sadece yaşamanız lazım diyebiliyorum. Siz o sıcak arabanın içindeyken, üzerine bol gelen tuhaf bir tulumla on dört yaşındaki çocuk burnunuzun dibinde temizlik yapıyor. Gerçi çocuk olması yine iyi. Bazı istasyonlarda bunu yapan amcaların yaşları kırkla elli arası. Bu temizlik işi yapılırken o kadar yakın duruyorsunuz ki anlatamam. Aramızdaki cam olmasa iki yabancının o denli yakın durması muhtemelen abes kaçar. İşte bu yakınlık içerisinde bu amcalarla çocuklar asla size başını kaldırıp bakmıyor. Eğitimi çok iyi verilmiş eski bir köle gibi. Ayşe Olgun'un - evet senin- asla otomobille mutlu olamayacağını düşündüm birden. Zira lokantalarda servis yapan garsonlara dahi sürekli belli bir eziklik içinde bulunan bir kızı bu tabloda bir yere koyamadım. İşte böyle, hayırlı bayramlar.

11 Eylül 2008 Perşembe

Bir “Fatiha” isteyen yazı

Ağır çekimde bir yaz günü. Babamı birkaç saniyeliğine görebileceğim. Hastahanenin merdivenlerini çıkıyorum. Bir basamak, iki basamak, üç basamak, dört basamak, beş basamak, altı basamak....Yoğun Bakım’ın kapısından içeriye girdiğimde belli belirsiz sesler cimcikliyor beni. Ne kadar da temiz bir ünite. Hayatın lekelerinin, ekşi kokularının, tozlarının içeriye sokulmasına müsaade yok. Halbuki babam geçen hafta evi badana ettirmişti. Pantolonunda boya lekeleri, avuçlarında tiner kokusu vardı. Yoğun Bakıma girerken ondan yaşama dair bu izleri temizlemiş olmalılar. Ağzındaki çay tadı bir sürü ilaçla sökülmüş olmalı. Çay tiryakisi bir adamı iki gündür tuhaf gazlarla iğnelerle besliyorlar. Hala yürüyüyorum. Birazdan camekanın ardından göreceğim onu. Soluk alıp verişi zelzeleyi anımsatacak. Bedeni, içeriye bir nefes çekebilmek için baştan aşağıya eğilip bükülecek. Beş yaşımdayken güvercinlere yem attığımız güzel bir yaz günü yanımda bitecek o an. Bir sürü kanat sesi kulağımda kımıldanacak. Babamın soluk alıp verişindeki hırıltıya karışacak onca güvercin.
Cenaze günü eve doluşan akrabaların, misafirlerin, “Başınız sağ olsun” cümlelerinin, Fatihaların arasında kalacağım. Gelenlere dağıtılan kuru pastalara bakıp: “Babama ayırdınız mı?” diye soracağım. Herkes duymamazlıktan gelecek. Ağlayacağım. Üç aydır hayatın bana kaşık kaşık yutturduğu saçma sapan bahaneler yüzünden babamı ziyarete gelmediğim için, takkesini sağa sola çekiştirmesini bir daha göremeyeceğim için, gülerken yüzündeki kırışıklıkları savurup bir oğlan çocuğuna benzeyen tek kişi olduğu için...
Şimdi onun selasını dinleyeceğim pencereden. On üç yaşında gurbete çıkmış, sokaklarda yaşamış, dondurmacılık, inşaat işçiliği, bahçıvanlık, fabrika işciliği, seyyar satıcılık gibi bir yığın işe girmiş, Türkiye’nin pekçok şehrine kamyonların arkasında gitmiş, bekar otellerinde kalmış, evlenince düzenli bir hayatla kendini düğümlemiş, gerçekten ziyade hikayeye benzeyen bu mavi gözlü adam için minarede sela verilecek. Evinin içindeki, kapısının önündeki onca insan sela başlayınca ocağın altını kısar gibi konuşmalarını, ağlamalarını fısıltıya çevirecek. Sanki selayı camii hocası değil de babam okuyacak. O hırıltılı sesiyle dünyaya son kez seslenecek. Helalleşecek. İçimizdeki bir jilet aşağı yukarı hızla hareket edecek o an. Bedenlerimizin içine dalan bir terorist gördüğü her yapının altına bomba koyacak, karşılaştığı her canlıyı boğazlayacak... Ve ben artık babasız bir kız olacağım.
Tabutu evin önüne geldi. Altı yıl kadar önce babam bir karga yavrusunu donmasın diye karton kutu içinde böyle eve getirmişti. Tabuta benzeyen bir kutuydu. Buz gibi bir kıştı. Ayakkabıları su çekmişti babamın. Yün çoraplarının uçları ıslaktı. Şimdi güneş parıldıyor. Edilen duaya amin derken başımı önüme eğiyorum. Evlendiğim gün çekilen aile fotoğrafındaki babamın verdiği poza benziyorum bu halimle. Tüm aile gülümseyerek objektife bakarken ağlayarak boynunu büktüğü için yüzü gözükmemişti babamın. Gerçek acının fiyakalı hiçbir yanının olmadığını anlıyorum aniden. Sadece “Rabbim” diyebiliyorum. “Rabbim canım Rabbim...” Uzayan sakallarını makasla düzeltirken babamın gülümseyerek söylediği: “Diğer tarafta traş derdi olmayacak” cümlesini üzerime alıp sıkı sıkı sarılıyorum. “Diğer tarafta inşallah bir derdi olmasın babamın, Rabbim, canım Rabbim. Amin”

Çok hafif bir yağmur atıştırıyor. Erkekler mezarlığa doğru hareket ediyor. Mıknatısın demir tozlarını sürüklemesi gibi bir sürü adam otomobillerine binip cenaze arabasının peşine düşüyorlar. Geride kalan kadınların gözyaşları onların ardından dökülen bir tas suya benziyor. Anneme bakıyorum o an. Kırışıklıklarının ardına saklanan acıyı görmeye çalışıyorum.

Bir hafta sonra kazaklarını, pantolonlarını, gömleklerini, ayakkabılarını ihtiyaç sahiplerine vermek için çıkarıyoruz dolaptan. Çok fazla değiller. Yeşil hırkasını ben alıyorum . Tüm kış giydiği, camiye onunla gittiği, bazen kanepede onunla uyuya kaldığı yeşil örme bir hırka. İyice yıpranmış iş gömleğini kimseye veremeyeceğimiz için atmaya karar veriyoruz. O bu gömlekle sokakları süpürür, tamirat yapar, evin çatısını düzenlerdi. Bir kaç saat sonra çöpe giden gömleğe bir çingenenin eli dokunuyor. Delik deşik bir gömlek. Üzerinde çalışmanın kalın kokusu var. Çingene sağa sola iyice çekiştirdikten sonra işine yaramayacağına karar veriyor ve kenara atıyor gömleği. Gömleğin kolu konteynırdan dışarıya sarkıyor. Kareli mavi bir gömlek kolunu rüzgar sağa sola itiyor. Ablam koşarak konteynırdan kurtarıyor gömleği, ben de akşam gidip o konteynırı tekmeliyorum. Attığım her tekme aynı zamanda geçmişimin yüzüne çarpıyor. Geçmişteki hatalardan, terbiyesizliklerden, kendini bir şey zannetmelerden oluşan yüz kan içinde kalıyor. Morarmış gözler, patlamış dudak, kanayan buruna bakıp, “Neden bu kadar bencildin? Neden hep babanın seni anlamasını, dinlemesini, onaylamasını bekledin, neden bir kere de sen denemedin?” diye bağırıyorum ona.

Mezarlığın başında Kuran okuyoruz. Burası yeni bir mezarlık. Yeşil ve sakin. Babamın sağken yaşamak istediği yer onun göçmesinden sonra tam burada yaratılmış gibi. Rüzgar esiyor. Toprağının üzerine düşen tozları temizliyorum. Babamın keyifli bir hayatı olduğunu söyleyemem. Zor bir yaşamı oldu. Aradığı ama bulamadığı bir şey onu kendi içine sürükledi durdu hep. Ailemizin içli dışlı, gürültülü, kahkahalı, kalın ilişkilerine katılamayışım, yabaniliğim sanırım bana babamdan şırınganlandı. Hep bir şeyin eksik olduğu hissini ondan devraldım. Allah’ım ona aradığını, senin onda görmek istediğini şimdi ver. Rabbim babamı bağışla. Amin.

Eşim iki üç gün önce babamı beyazlar içinde beş yaşlarında bir çocukla el ele yürürken görmüş. Babam hakkında görülen en sevdiğim rüya bu. Ben onu, üç aydır, ağabeyim ise sekiz aydır göremiyorduk. Müthiş bir vicdan azabı öldürücü nefesini yüzümüze üflüyordu. Sanırım o beş yaşlarındaki çocuk Davut. Beş yaşında ölen kardeşimiz. Evlat hasretiyle giden bir babayı Allah ne güzel teselli ediyor. Rabbim onu affet. Sen onu doldurduğu günah sevap defterlerine göre değil, merhametinle karşıla. Amin.

Not: Babam Rüstem Sevim için bir Fatiha gönderenlerden Allah razı olsun.

6 Eylül 2008 Cumartesi

bilet

sana hep rüyalarımı anlatırdım ya
yine garip iki rüya gördüm
ilkinde yatak odama gidiyorum.. perdelere yastıklar tutuşturmuşum. pencerden dışarı bakıyorum.. evimin arkası uçurum ve uçurum bir denize açılıyor... o kadar güzel bir deniz ki.. sabah güneşi doğuyor... ama ben uçumdan korkuyor kendimi güvene almak istiyorum..yatak odamın yerini değiştirmek için evi çeviriyorum tek başıma... uçurumun olduğu taraf evin tek cephesine kalıyor....pencereden bakıyorum ve yine denizi ve denizin üstünde küçük bir kayacıktan ada görüyorum...
---
bir paket geldi ve paketi açtım içimden bana alınmış tek kişilik bir tren bileti çıktı... bileti kimseye göstermek istemedim ama o yolculuğa çıkmaya karar verdimmm

uzağa düşmek

bugün şunu hatırladım..
ben en sıkıntılı zamanlarımda seninle vakit geçiriyordum ve sıkıntılı olduğumu unutacak öyle güzel şeylerden konuşuyorduk ki seninle...
kelimelerden yapılmış bir ırmağın içinde hızla kağıttan sukün gemimiz ilerliyordu...
hiç korkmuyorduk...
suya kendimizi bırakmıştık...
senin yanında kendimi okumak bunu yapmak ruhuma tülden kanatlar takıyordu...
şimdi sustuk...
uzağa düştü yolun...
en son ankara'ya geldiğimde kapınızın önündeki hamakta sallanmış yeşile ve maviye bakarken kendi kendimize sözler dizmiştik inciden...
sonra ben kalktıp metroya bindimm ve bir gün boyunca bir gölün kıyısında sessizce oturdum. akşam olunca da istanbul'a döndüm...
şimdi saatler boyu gözümü diktiğim o gölü hatırladım...
seninle hamakta oturuşumuzu...
içimizde patlayan kelime balonundan saçılanların nasıl bedenimizden çıktıklarını...
bizi orada öyle bıraktıklarını...
hatırlıyorum seni ve seninle ilgili tuhaf zaman aralıklarını...
o aralıklarda nasıl mutsuzluklar prensesi gibi gezerken seni bulduğumu...
gözlerinin içinde saklı çocuğa anlattıklarımı...
bağımlı ruhumu nasıl çözemediğimi...
içimdeki yarayı nasıl karikatürize bir oyuncak yaraya çevirip kendimi ve seni güldürdüğümü...
sözün dümenini fazla çevirmeden kıyıya el sallarsak
hemen sana dönüp demek istiyorum ki
seni çok özlüyorum yaa....

22 Ağustos 2008 Cuma

geldin ama yoktun

orucumuzu açtık.. kalabalık kalabalık kalabalık içindeyken senin telefonun geldi... istanbul'a gelebilirim.
ikinci telefonda tekke'de olduğunu öğrendim... ben kalabalığın içinden geçemem şimdi ayaklarım çok ses çıkarır, en iyisi seni evde beklemek.
yok yok biz seninle kariye bahçesi'nde buluşalım.
bu sırada ay tutuluyor.. ay siyah bir örtü ile kapanıyor. gözüm ve gönlüm gökyüzüne açıldı seni bekliyorum...
eve döndük bir oda da sen diğerinde çekirdek kız...
ben üçüncü odaya geçiyorum, kapıyı kapatıyorum.. percereyi sonuna kadar açıyorum ve gecenin içinden geceye doğru bir yolculuğa çıkıyorum..
biliyorum ikinizde erken çıkacaksınız...
sabah görüşemeyeceğiz seninle...
belki yine yatağının üstüne bir not bırakacaksın!
belki...
belkileri düşünürken uykuya dalmışım...
uyandığımda sen dün geceki yüzünle geldin bedenimden geçtin.
ama seni hiç öyle yorgun, öyle derin bir acılar içinde yüzen yüzünü görmemiştim... suyun üzerine vuran ceset gibiydin.
ölüm gözlerine vurmuştu ve ben senin gözlerinden ilk kez ürktüm.
bu yüzden sustum...
sana dokunursam ikimizde buz gibi olacağız sandım...
yüzünün rengini değiştirmek için biraz daha ankara'da kal...
o evden uzaklaş..
ve kendi içine gömdüğün ölüyü al toprağa bırak..
bunu yap lütfen.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

ANKARA DA OLMAK

üç günlüğüne ankaradayım. bu üç günü esnete esnete yaşamaya karar verdim. normade sekiz saat uyurken bu gün tam on üç saat uyudum. uyandığım gibi temizlik yapmaya girişmedim. ve tembeliğimi esnetmeye başladım. Normalde bir bardak süte burun kıvırırken süt içme işini de genleştirdim ve üç bardak sütü içtim. Vaktin eteklerine takılan zilleri ellerimle çözdüm yani. Acyip keyifliyim. gerçi bu keyif ensemde sonra boza pişirecek. nasıl da günlerini ziyan ettin diye fısıl fısıl kulağımda dolaşacak. bunu bilmeme rağmen ayağa kalkıp silkelenemiyorum. Olsun. Ayrıca iki defa olsun.

12 Ağustos 2008 Salı


burada çok az internete girebiliyorum. çocukluğumda eve giren muz meyvesi gibi. bu sayfaya az dokunuşumun sebebi bu. yoksa bol bol yazacağım. zaten yazmayı özledim. taziye kabullerinden. tufaf bakışlardan, kendime acımalardan silkelendiğim an yazmaya başlayacağım. bir de istanbula gelip ayaklarımı vapurdan dışarı sarkıtmayı canım çekiyor. bunu seninle yapmayı istiyorum. bu arada dışarıda bir sarhoş habire küfür ediyor. elinde kişişeyi yere fırlatıp kırmış olmalı ki odaya bir sürü şangırtı doluştu. şimdi de el şaklatıp şarkı söylemeye başladı. Tuhaf. iyi ki varsın. ben kime böyle saçmalayabilirim ki.

10 Ağustos 2008 Pazar

mahmut derviş üzerine

ayşem, mahmut derviş sessizce bu dünyadan göçerken arkasından bize bu şiiri bırakmış..

GECEDE AYAK SESLERİ
Her zaman
Ayak seslerini duyarız gecede yaklaşan,
Ve kapı sırra kadem basar odamızdan,
Her zaman,
Bulutlar gibi süzülüp giden.
Her gece yatağından
Senin mavi gölgen mi onu uzaklara götüren?
Senin gözlerin ülkelerdir ve ayak sesleri geliyor,
Sardı bedenimi kolların
Ayak sesleri, ayak sesleri
Ah Şahrazad
Gölgeler niçin kurtuluşumu resmeder?
Gelir ayak sesleri girmez içeri.
Bir ağaç ol,
Görebileyim gölgeni.
Bir ay ol,
Görebileyim gölgeni.
Bir hançer ol,
Görebileyim gölgeni gölgemde,
Küller içinde bir gül.
Her zaman,
Ayak seslerini duyarım gecede yaklaşan,
Ve sen yerim olursun sürgündeki,
Zindanım olursun.
Öldürmeye çalış beni
İlk ve son olsun
Yaklaşan ayak seslerinle
Öldürme beni.
Mahmud DERVİŞ
Çeviren :
Tâvus HÜSÂMEDDİN

8 Ağustos 2008 Cuma

kaybetmek üzerine kötü bir deneme

lisede hocamız güzel ve büyülü cümleler kurarken bazen şöyle derdi: kaybetmekten korkmayın!
o kadar büyülü cümle arasında bu söz sınıfta gelip beni bulur kalbimin bir köşesine yığılırdı.
kaybetmekten korkmamak nasıl bir şey acaba?
---
benim "adımın insanların hizasına" yazıldığını bir ölüm haberiyle öğrendim.
ilk kaybediş öyküsü bu!
bir ölüm daha!
ölüm kadar acıklı bir öykü daha!
---
kaybetmek sanki bizim yaratılış toprağımızı tanrının bir kez daha kalburdan geçirmesi gibi..
daha ufalıyor, daha akıcı, daha yalın oluyor benliğin sanki!
kirlerin kalburun üstünde kalıyor gibi..
değişik bir duygu...
ama sallanırken kalburda canın öyle acıyor ki bu ayrışmayı farketmiyorsun doğal olarak!
bu yüzden de en güzeli zamanı bir ilaç gibi görüp içine gömülmek.
anlatabildim mi?
not....
ayşem geçende bana kaybetmenin büyüsünü içime fısıldıyan hocamı gördüm rüyamda.. yıllar sonra... bana bir elma soyup yarısını verdi.... sonra karşıma oturup yine o derviş edasıyla birşeyler anlattı ama ben hiçbirşeyi anlamak istemeyecek kadar oturduğum sandalyeye uzak tutuyordum ruhumu...
ısrarla!
tuhaf bir durumdu..

30 Temmuz 2008 Çarşamba

teşekkürler

Babamın dünyayı değiştirmesinden beri çevremdekilere kötü davranıyorum. Aslında çevremdekilere değil, çevre kocaman, kalın, ipsiz sapsız bir şey. Bir de sevdiklerim, aslında bana yakın olanlar var. galiba onların canını sıkmayı başardım. Sanki babamın göçmesinin verdiği üzüntüyü onların tenlerine de zerk edebilir mişim gibi. garip bir şey. neyse. bunu senin için yazıyorum Ayşe. Şu anda telefonum kapalı ve dünyaya sırtımı döndüm. ama senin nezaketine karşı böyle kıvrımlı, yılan gibi davrandığım için kusura bakma. şu an da ben de kendimi anlamıyorum. sanırım geçecek. hata az kaldı gibi geliyor bana. beni sabırla orada beklediğin için sağol. iyi ki varsın. ve ben de kozamdan yakımda çıkacağım. gerçi kelebek olarak değil. ama kabuğu daha sağlam olan bir böcek olarak

15 Temmuz 2008 Salı

diken gibi batıyor/gün batıyor

kelimeler ağzıma batıyor
tükürsem dilime yapışmışlar gibi
ama ayşem böyle susmak olmaz bunu çok iyi biliyorum
tesellisi olmayan sözler ağzımı kanatırken susmak olmaz
en iyisi dua etmek. bir de senin yanında sesizce oturmak belki...
izmit'e atlayıp gelsem seni bulabilir miyim acaba?
en iyisi denemeli...

27 Haziran 2008 Cuma

sabahın içinden eyübe doğru

uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yapıp sabah erkenden dışarı çıktım. rüzgara karşı bedenimi bıraktım. sabah rüzgarı insanın ruhunu temizliyor tertemiz bir su gibi. bu temizliğe yüzümü dönmek sabah sabah öyle iyi geldi ki.
bir termos çay ve bir çay bardağını çantama atıp eyüpe gittim. simit zeytin ve peynir alıp mezarlığın içinden kıvrılan yolu takip ederek o küçük caminin bahçesine çıktık.. ağaçlar arasında bir masa başında toplanıp kahvaltı yaptık. istanbul'u ne çok özlemişim.
ne çok ne çok ne çok.....
istanbul'un içinde istanbul'u özlemek daha büyük bir özlem gibi geliyor.

26 Haziran 2008 Perşembe

neredeyim ben

ne zamandır gelemiyordum, şimdi geldim ama pek de "burada" sayılmam. çok uzun zamandır kayıbım. ankara beni çaktırmadan yuttu. Başta o kadar zararsız görünüyordu ki... sonra o önemsenmeyen, dikkate değer görülmeyen şey kabarmaya, ve hayatımın saçını başını yolmaya başladı. her şey burada aynı torna tezgahından çıkmış. Biraz Ulus hariç. evet evet ulus hariç. ona Eminöünden bayağı serpilmiş. ulus yani ulus semti, Ankaranın merkezi aslında. tam göbeği. eski meclis, eski binalar ve de Hacı Bayram Veli Hz.leri orada dinleniyor. Neden şehrin tam merkezlerini fakir insanlar tutar acaba? Burada da böyle. fakirler, güzeller, tehlikeliler. Ulusta hırsızlık çok olurmuş. gece kondular bir sürü. Evet bana Eminönünü hatırlatıyor. Belki de uzun zamandan sonra "selamunaleyküm" selamını orada tesettürlü bir kadından duyduğumdum içindir ulusu birden bire bu kadar kalbime sokuşum. ben bu selamı o kadar uzun zamandır duymuyordum ki. siyah eşarplı orta yaşlı kadın bu selamı verince, japonlar gibi eğilip ağzımı minnettarlıkla açıp aldım selamı. o kadının ardına takılıp gitmeyi bile düşündüm. Ankra böyle işte. içinde o kadar şey yok ki.

16 Haziran 2008 Pazartesi

kronik başağrısı

her ayın belli gününü ve saatini ve dakikasını ve anını bekleyen bir başağrısıyla kalakalmanın ne demek olduğundan söz açacağım. sessiz ve gizlice başımın içine süzülen bu ağrı beni yine beni kendimden geçiriyor. hafif ve sinsice kendini hissettiren bir başağrısı bu. yazı yazarken, konuşurken, işimin başındayken, yemek yerken, uyurken asla ve asla beni terketmeyen bir sancı beynimde. bazen iki bazen üç gün boyunca beynimin kıvrımlarında dolaşan sinsi bir yılan gibi; ıslak, kaygan ve ağır... kıvrılıyor ve kıvrılıp ilerledikçe ağırlık ve kayganlıkta ağrıyla birlikte o yana yığılıyor... artmayan azalmayan ama ne olursa olsun beni terketmeyen bir ağrı... gecenin bir vaktine kadar hafif hafif zonklayan bir baş ağrısına yenik düşen göz kapaklarım sabahleyin aralandığında ilk 'günaydın'ı bu sinsi ağrıdan duyuyorum. duymak istemesem de duyuyorum çare yok.. gözlerimi yine bu baş ağrısıyla açıyorum... kaç sabaha böyle uyanacağımı düşünmek bile istemeden gözlerimi açıyorum
neyse şimdi kalkıp bir parça ekmek ağzıma atıp bir ağrı kesici içmeliyim..
hafif bir duş almalıyım...
pencereyi açmalıyım...
içimdeki şu kusma hissini bastırmalıyım...
başımdaki ağrıyla lise yıllarına kadar uzanıyorum ve o güne dek merak ettiğim soruyu hemen soruyorum birilerine:
-başağrısı ne demek? nasıl birşey?
çocukken ve ilk gençlik günlerinde en çokmerak ettiğim şeyin ne olduğunu girdiğim öss sınavından sonra öğreniyorum...
hayatımın en stresli gününün armağanı olarak kalan başımda bir ağrı ve elimde bir minoset...
---
ağrının başa vurması...
başa vurdukça insanın beyni de çalışıyor ve dua ediyor:
allahım beni sağlıktan sınav etme! kanatlarım kırılıyor.

10 Haziran 2008 Salı

kelimelerle musiki yapıldığını bir de kelimelerle resim yapıldığını biliyoruz. ama örnek verebilecek miyiz? tabii ki verebilcez. ya ne sandınız. işte örnek: "Hübub eder gibi reftarınız ne halettir,/ Acep nesim-i seherden mi aferidesiniz?" demiş Abdülhak Hamit, yani: "Böyle eser gibi yürüşünüz nasıl şeydir/ Acaba siz seher rüzgarından mı yaratıldınız."

9 Haziran 2008 Pazartesi

deliler ve kediler

dün gece bir arkadaşım otobüs durağında gördüğü küçük deli bir çocuktan bahsetti. çocuk deli gördün mü sen hiç?
çocuk deli... çocuk:deli... çocukluğumda bana aşık olan bir deliyi hatırladım birden.. ilk aşk cümleleri bir deliden.
ama içindeki aşkı ürkütecek kadar güçlü bir silahımız var: küflü peynir!
'Bak evden peynir getiririm! git buradan" dediğimizde merdivenlerden hızla iner giderdi. belkide bu yüzden aşk kelimesi benim içinde biraz da delilikti.
---
neyse şimdi ben laftan bir peynir gemisine binip lafı delilerden açacağım. hatta sadece söz açmakla kalmayıp içimdeki deli hatıralarına doğru bir yolculuğa çıkacağım... delilerin ve kedilerin buluştuğu bir mekanda biraz soluklanacağım.
---
üniversite yılları daha.. arkadaşlarımla sık sık gittiğim bir mekandayız.. hayatın ve ölümün içiçe geçtiği bir çay bahçesi. mekanın müdavimleri arasında çok sayıda deli ve kedi var. hatta parmağında kocaman yüzükleri olan saçı sakalı birbirine karışmış bu meczup amcalardan biri elinde ney'iyle mekandan içeri bir hayalet gibi süzülünce arkasından da kuyruğunu havaya kaldırmış siyah beyazlı bir kedi görünürdü. etrafa bile bakmadan adamın oturduğu yere gider ve yanındaki mindere kurulur mırıl mırıl etrafı seyretmeye başlardı.
anlatılanlara göre üniversite yıllarında çok kitap okuyup sonunda da 'düşünceden çıldıran' bir adam daha var burada. dünyanın en sessiz insanı olarak öylece saatlerce sırtını tarihi sütuna verip oturuyor. mekanın emekli astsubay bir delisi daha var. deli deli mavi bakışlar fırlatan yaşlı bir amca. ama delilerin birbirleriyle arkadaş olduğunu sohbet ettiğini hiç görmedim bu mekanda. hatta yanyana geldiklerini bile...
ama onların etrafında dolaşan kedileri hiç unutamam. ayaklarına sarılan, yanlarına sokulan, mırıldanan kediler, delilerin olmadığı zamanlarda pek ortalarda görünmezdiler.
deliler ve kediler arasındaki sır
işte bu sır üzerine yürünecek uzun bir yol var.

4 Haziran 2008 Çarşamba


çok uyumaya, çok uyumayı sevmeye, çok uyumayı sevdiği için vicdan azabı duymaya, çok uyuma eyleminin vicdan azabına galip gelmesine, çok uyuma eyleminin sürekli kazanmasından dolayı hissedilen vicdan azabının bir alışkanlığa dönüşememesine, sızın sızım sızlamasına, ama çok uyumadan da vazgeçmeyişe dair bir ilaç eczanelerde satılır mı? satılırsa ben almak istiyorum. ben istediğim için satılma ihtimali var mı?

tanrının dizleri ve ellerine

bir musa kıssası okumuştum. musa tur dağına çıkıyor ve diyor ki: ey tanrım benim soframın misafiri ol. tanrıdan söz alıp evine gidiyor. ertesi gün ise mükellef bir sofra hazırlayıp tanrıyı beklemeye başlıyor. tam o sırada bir yoksul, üstü başı perişan bir adam gelip yemek yemek istiyor ama musa adamı sofrasına oturtmuyor.
çünkü sofra mükellef bir tanrı için hazır ya..
hava kararıyor sabah oluyor ama beklediği tanrı bir türlü yemeğe gelmiyor.
ertesi gün yeniden dağa çıkıyor biraz kırgın ve üzgün vaziyette..
tanrıya sesleniyor: neden söz verdin de soframa oturmadın diye...
tanrı da musa'ya diyor ki: ey kulum hani yoksul bir adam gelmiş sofrana oturmak istemişti ya işte o bendim. ama sen beni sofrana almadın.
----
ben bu kıssayı öyle çok severim ki...
tanrının dizlerinin de bu yüzden neresi olduğunu hemen anlayıp sana hemencecik göz kırptım.
çünkü tanrım elimden tut çok yanlınızım ve mutsuzum dediğimde hep birilerini gönderdi ve şevkatle o kişi elimi tuttu.
param bittiğinde bankaya biryerlerden para yattı.
benimle konuşmasını istediğimde de güzel gözlü bir arkadaşımın ağzından ya da özenle yazılmış bir kitabın satır aralarından seslendi.
tanrım şimdi ne yapmalıyım dediğimde cebime hep geceyarılrında olağanüstü güzel mesajlar gönderdi.
elimi tuttuğu da oldu tanrının
ama henüz dizine başımı gümüp ağlamadım. ne yazık!
işte içimde bu hevesi de uyandırdın:
_tanrım ben de dizlerine yatıp ağlamak istiyorum
düşüp üstüne ağlamak dilerim
söyle ey tanrı dizlerin nerede

Düşüp üstüne ağlamak dilerim
Söyle et Tanrı dizlerin nerede
Cenap Şahabettin


İlk duyuşta çok keskin, hatta rahatsız edici. Lakin ne kadar güzel ve doğru değil mi? Ve masum. insanın hayatına denk gelebilecek iki mısra. dua gibi. Amin

2 Haziran 2008 Pazartesi


Zaman yürümüyor, dakikalar korkunç bir sıkıntı içinde uzuyorlar, hatta dağılıyor, birikmiyor, toplanmıyor ve bir çeyrek saat olamıyorlar- Tabii ki dokuzuncu hariciye koğuşu-

peyami

Burada ıstıraba ve tevekküle o kadar alıştım ki. onları bırakırsam ruhumun bir parçası kesilmiş gibi boşluk duyacağım; bırakmazsam isyansız nasıl yaşayacağım?- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu

1 Haziran 2008 Pazar

29 mayısa bir de hüzün ekleyelim

29 mayıstan madem söz açtın
bende bir 29 mayısta annemle vedalaştığımdan bahsedeyim
annem olmazsa bu dünyada hayatın duracağına inanan ben
annemin iyileştiği müjdesini veren doktorların sesine kanıp nasıl bir günlüğüne ankara'ya gittiğimi anlatayım.
ama inan ki bir doğum hikayesi gibi deniz kenarından geçen bir öykü olmayacak bu..
uzun ipler boyu bir anneye seslenmek hiç kolay olmayacak.
bunu hissedip mayıs ayından bir haziran sabahına atlayayım en iyisi...

30 Mayıs 2008 Cuma

UÇaMIyoRUZ



Bir hakim dedi ki: yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlediğini gördüm, şaşırdım kaldım; derken aralarındaki birlik nedir, onu bulayım diye hallerine dikkat ettim.

Şaşkın bir halde yaklaştım. Baktım gördüm ki ikisi de topaldı.

Mesnevi cilt II.

samatya

dayanamadım sana bir de samatya resmi getirdim ayşe. o yol nereye çıkıyor merak ediyorum, birlikte yürüyelim mi?

29 mayıs

29 mayıs oğlumun doğum günüydü. karnım burnumdayken takside allana sallana hastaneye gidişimi hatırladım. dışarıda belediye işçileri İstanbulun fetih töreni için hazırlıklar yapıyordu. deniz kenarından geçiyordu taksi. O zamanlar samatya da oturuyorduk. evimizden dışarıya çıktığımızda denizle burun buruna gelirdik. pencereyi açtığımızda odanın içine tuzlu deniz kokusu yapışırdı. ev yüksek tavanlı eski bir rum eviydi. banyosunda kurnası bile vardı. alt kattaki komşumuz psikolojik tedavi görüyordu. her gece çıkıp sokakları süpürüyor, apartman sakinlerinin uyuduğundan emin olduğu bir saate sessizce apartman merdivenlerini parlatana kadar siliyordu. elleri bembeyazdı.
oğlum doğunca baki gidip şükür namazı kılmıştı. gerçekten de çok güzeldi. İyi ki doğdun Yusuf!

"Anne seni uzun ipler gibi seviyorum, hiç bitmeyen upuzun ipler gibi" "ben de seni şehzadem"

29 Mayıs 2008 Perşembe

kariye içinden bir kariye notu

şimdi sen cumhurbaşkanına tuhaf bir bakışlı söz fırlattın... ben ise sabahın mahmurluğuyla sözün nereye doğru uçtuğunu kimi nasıl ıskaladığını bile anlayamadım.mahmurluğum uykudan yani yeni uyanmakla biraz alakalı elbette ama en çok dün akşam kariye meydanındaki kahveden sana sözler dizmek için verdiğim uğraştan kalan bir mahmurluk bu...uğraştım, didindim ama blogumuza girmeyi başaramadım. tanımadığımız bir çocuk bile uğraştı ve hatta o kırmızı renkli garsonlardan biri bile... oldu dediler hep ama ben olanın ne olduğunu bir türlü göremedim.neyse bütün uğraşlardan sıkılıp başımı ağ bağlantısından gökyüzüne kaldırdım ve yıldızlara baktım sonra da akşamın serinliğine sırtlarını dönmüş masalarda insan silüetlerini süzdüm...kadınlar, erkekler, gençler.. içilen bir bardak çayın, bir nargile dumanının etrafa nasıl yayıldığını seyredip durdum ama bu sırada genç bir çocuğun elinde ışığını saçan cep telefonuna bakışlarım takıldı.. ve zihnim aynen bu telefondaki ışığın hızıyla hiç bilmediğim bir köyün kıyısındaki yaşlı teyzeye doğru aktı.....teyze tam oradaydı işte... evinin arkasındaki köy mezarlığına hemen aceleden metfağın duvarından bir pencere yaptım.. ve teyzenin kolundan tutup mutfak penceresinin önüne getirdim... teyzemiz de hiç itiraz etmeden mezarlığı mutfak penceresinden dalgın dalgın seyretmeye başladı... o seyrederken ben de aceleyle ellerimle mezarlar kazmaya başladım.. sonra da bu mezarlıkların içine teyzenin annesini, babasını, eşini ve büyük kızını gömdüm ve toprağı kapattım.bunları yaparken anlayacağın biraz yoruldum.zaten yaşlı teyzeciğim de fazla ayakta duramadı mezarlığı gören mutfaktan salona geçip koltuğa oturdu. küçük kızını, torunlarını ve oğlunu özledi. yani birden hayatta kalanlara döndük. çünkü en son onları görmüştü ya, en son gördüğünü en çok özlersin diye içimden bir ses geçti. ama içimden yükselen başka bir ses ise insanın aslında hep en yakınındakileri özlediğini söyledi.şimdi oturup düşündüm.iletişim çağının bizi alıp kucağında salladığı şu dünyanın ortasında, cep telefonlarının maillerin falan filan etrafımızda uçuştuğu bir anda teyzenin en çok kimi özlediğini düşündüm. mutfağının penceresinden elini uzatsa taşlarına dokunacağı mezardaki sevdiklerini mi, yoksa gurbetteki çocukları ve torunlarını mı?insan en çok kimi özler ayşe?görme ihtimali olanı mı? hiç görme ihtimali olayanları mı?ben burada kaldım...telefon çaldı.kariye'deki kafeden zihnimi alalece toplamaya,masamın başına geçmeyesabahın telaşına karışmayave gazetenin sabah toplantısına bir an önce yetişmeye çalışırken gider ayak sana yine zihnimden bir soru fırlattım:sahi teyze şimdi en çok kimi özlesin ayşe?

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Cumhurbaşkanın gelsin

"cumhurbaşkanın gelsin" isimli blogtan bir alıntı yapmak istiyorum, kendileri paçoz bölünme yoluyla yoluyla ilerleyen bir sitedir. bu siteyi bana öğreten muhterem arkadaşıma da buradan hürmet etmeyi bir borç bilirim. borcum borç. (bakalım beğenecek misin ayşe)

gerizekalı hükümet çok kötü bişi, bi daha olmasın. gerizekalı hükümeti benim oy verdiğim parti kursun, yasaları o koysun. gerizekalı cumhurbaşkanını da ben seçiyim. gerizekalı federasyon başkanının teomına koyim, meclis başkanı bizim partiden olsun. gerizekalı ötekilere söz vermesin. gerizekalı yaşlı olanlar hemen ölsün. gerizekalı biraz yaşlı olanlar biraz sonra ölsün. gerizekalı genç olanlar ölmesin. gerizekalı bağımsız adaylar her kimlerse ölebilirler. gerizekalı artanya büyük cinnet meclisinde kavga olmasın. (gerizekalı çocuğum izliyor kötü örnek oluyor sonra.)gerizekalı başbakan kim olursa olsun din nedir bilmesin, laiklik çok güzel bişey boşa gitmesin. gerizekalı yanlış hep kullanıyorlar. gerizekalı süpermen buraya uçsun cumhurbaşkanı olsun. gerizekalı en çok bizim partiyi sevsin ama çaktırmasın. gerizekalı milletvekilleri bıyık bırakmasın. gerizekalı sakal da bırakmasın. gerizekalı hatta kafa bırakmasın. gerizekalı bütün milletvekilleri kafasız olsun. gerizekalı böyle kafası kopmuş olsun. gerizekalı bizim parti hariç lan! gerizekalı bizim parti süper, onların kafası kalsın. gerizekalı bütün bakanlıklar bizim partiden çıksın.gerizekalı cumhurbaşkanımız meclis dışından olsun. gerizekalı halkın içinden gelsin, yüreğinden kopsun. gerizekalı mençıstır united'ı tutsun. gerizekalı mençıstır united şampiyon olsun. gerizekalı bi tane yasa çıkaralım hemen. gerizekalı kadınlar hep etek giysin. gerizekalı cici kızlar çirkin seslerle söylensin. gerizekalı alanis norissette artanya'da konser versin. gerizekalı gerekirse uçak kaldırıp evinden aldırılsın.gerizekalı bizim parti arada halı saha yapsın oynayalım. gerizekalı öteki partiler kafaları kesik olduğundan kafa topuna çıkamasın fakat bacak arası yiyebilsin filan. gerizekalı maliye bakanı da ben olıyım. gerizekalı sonra diyelim başımız mı sıkıştı, hemen başbakanımızı arayabilelim: gerizekalı alo başbakanım naber ya nasıl gidiyor işler hayırsız hiç arayıp sorduğun yok naber yaa, bizim bir iş vardı da olsun. gerizekalı hemen olsun. gerizekalı başbakan halkıyla kucaklaşsın. gerizekalı cumhurbaşkanı da kucaklaşsın. gerizekalı şey gibi köşkünde beklemesin.gerizekalı din aslında sanırım yasaklansın galiba ya.. gerizekalı din yasaklanınca, oh be!, kafa bırakmadınız kafa, din yasak olsun! herkesin dini kendine herkes içinde yaşasın, filan olsun. gerizekalı ama ibneler ibneliklerini içinde yaşamasın. gerizekalı örneğin biri hemen ibne mi olmak istedi, sokağın ortasında, otuz beş yaşında ortaya çıkan hormonlarından filan bahsetsin bi mal beyanında bulunsun, hop, ibneleşsin. gerizekalı özgürce yaşasın ibneliğini. gerizekalı faşiştleri de hiç sevmiyorum. gerizekalı en büyük artan'lar nedir, başka büyük olmayan yerde en büyük mü olur. gerizekalı hiç güzel değil.gerizekalı insanlar birbirini öldürsün. gerizekalı istediği biri ama. gerizekalı mesela sen seni bakkal hans mı öldürsün istiyorsun, hemen o öldürsün. gerizekalı hans ay beni kan tutar filan derse sen onu öldürürsün. gerizekalı sen onu öldürünce hapise girmiycen ama. gerizekalı şimdi şöyle gelişecek; herkes birbirini öldürebilecek ve diyelim taraf olmak da yok. gerizekalı sadece zaman var. gerizekalı cumhurbaşkanı açıklıycak bunu, diycek ki adam: gerizekalı beyler şimdi saat on yedi. gerizekalı saat on sekize kadar isteyen istediğini öldürsün. gerizekalı bir dahaki sefere kadar öldürmek yok anlaştık mı? gerizekalı anlaştık, böyle olucak. gerizekalı drd1'de ve diğer kanallarda flaş haber olucak ki herkes silahına bıçağına taşına sopasına sarılıcak. gerizekalı yumruğuna sarılan yok, olsun, yumruğuna sarılan yok olsun, olsun evet oh olsun.gerizekalı otobüslerden başlayacağız otobüslerden! gerizekalı cumhurbaşkanım izin vermiş, sen kimsin ulan; dan! gerizekalı o sırada beni de öldürmek isteyen ibneler vardır tabii, aaa ama; buna bir önlem alınacak. gerizekalı devlet beni koruyacak arkadaşım, devlet ne işe yarar, başka işi yok mu devletin, haa tamam o zaman ya beni koruyacak. gerizekalı devlete ben istediğimi diyeceğim, devlet de beni aslanlar gibi koruyacak. gerizekalı şimdi şöyle koruyacak; bilmiyorum bişekilde koruyacak. gerizekalı yani bana sormadı çünkü böyle 1 saatlik bir birbirini öldürme şeysi çıkarırken, ama benim oy verdiğim adam, oyumu nasıl geri alıcam. gerizekalı bizim parti hiç hata yapmazdı aslında alla alla, zaten yapmadı ki kandırdım, cumhurbaşkanıydı hata yapan.gerizekalı hata yapan cumhurbaşkanları harakiri yapacak. gerizekalı zaten dinimiz olmadığı için intihar etmek günah da olmıycak. gerizekalı dinimiz olsaydı günah olurdu. gerizekalı dinimiz bir olmayınca var ya, uff amma da dinsiz olucaz, her şey çok süper olucak! gerizekalı din çünkü bu, cumhurbaşkanım dinsiz olacak. gerizekalı yaşasın. gerizekalı herkese eşit. gerizekalı her şeyi sezer. gerizekalı diyelim adam ateist mi, git sev lan, ibne!, niye sevmiyosun. gerizekalı adam ateist diye insan da mı değil bi kere. gerizekalı napalım, artanya'da doğsa müstafin olurdu, şeyde doğmuş olmamış, ne olum, adam germeniyse napalım yani, zaten katlettiniz adamları, ayıp, bak onlar hiç senin şeyinden adamları vuruyor mu, yoo, hiç tahudiler, tahudiler hiç kamaz kılıyor mu, yoo. gerizekalı mis gibi. gerizekalı horuç da tutmuyorlar. gerizekalı enfes gibi. gerizekalı zaten horuç tutmayınca acaip güzel. gerizekalı hele içimi en çok burkan burkan bayramları, nasıl midem bulanıyor. gerizekalı yazık o hayvanlara :(((( gerizekalı kıyamam ki.gerizekalı kıyılmayacak. gerizekalı kasaplara söyleyin, kıyma da yapılmayacak. gerizekalı inek nüfusu azaldı. gerizekalı biraz saygı gösterilecek. gerizekalı her şeye biraz saygı gösterilecek. gerizekalı adam diyelim geldi senin gtüne, pardon; götüne, kazık mı soktu, hemen saygı göstericeksin, oha süper soktun tebrikler, gibi, insan hakları minsan hakları. gerizekalı o ülke ancak böyle kurtulacak. gerizekalı saygı çok önemli.gerizekalı sizin işinize geldiğinde içinize gelen saygınızı sikeyim e mi.
gerizekalı bizim parti en büyük,
bir başa gelelim yeter,
her şeyimizi kaldırıcaz;
HER ŞEYİMİZİ!
07.03.2038, 75-38 doğu meridyeni 16-39 kuzey paralelleri, şingor suşi salonu yanı (şofa eczanesi üstü)
sevgili dostum thomas more'a sevgilerimle.. ruhu şâd olsun.
tanrı insan'ı korusun ve yüceltsin.
amin. amen.
ve diğerleri.
ilgilenenlere adres: http://029ur.blogspot.com/

27 Mayıs 2008 Salı

atar damar ve toplar damar mevzuu

hangisi olmak istiyorsun, her şeyi sağa sola atan, hızlı şarkılara benzeyen bir damar mı? yoksa toplayan, vefa sahibi, kalender damar mı? her şeyi depeche mode amcalar açıklıyor : "bu günahın beni daha iyi bir insan yapacak olmasına inanmak zorundayım" . ( galiba bu söz daha keskindi, bunu bana ilk söyleyen nadide insan fatma'ya danışmak zorundayım) şarkı sözünden ziyade bir felsefi akımın klişesi gibi. ben de şöyle bir ders çiviliyorum buradan kendime : her ne kadar atar damar olsam da bu beni toplar damar yapacak yegane hazinemdir. iyi mi?

şimdi (part II)

şimdinin ikinci bölümünde - ki bu sonraya bir adım yaklaştık demektir- sizinle ankara anılarımı paylaşmak istiyorum ayşe hanım. ( siz bu blogun İstanbul şubesi olun ben de Anakra şubesi olayım bakalım talih bize neler gösterecek, başka başka şubelerimiz de olur belki ve biz de kobi olmaktan kurtulur saniyileşiveririz) malumunuz her gün ingilizce kursuna gidiyorum. böylelikle her gün metroya biniyorum. size metro anılarımda bir kuple sunacağım. sahne 12, çekim 5, motor, şak ( bu klapenin sesiydi):
metroya seksen yaşlarında bir amca bindi, tam roman kahramanı, zira hayatımda ütüsü bu kadar mükemel olan bir pantolanla o yaşlarda bir amcayı hiç iç içe hiç görmedim. takım elbise giyiyor, renk krem, hani şu yazlıklarda giyilen ve rüzgarda pır pır dalgalanan o kumaşlar var ya. halk arasında "tiril tiril" denen. boynunda çok şık bir fular var. ve şapkası Atila İlhan'ın başından fırlamış ve adama yapışmış gibi...
Ben onun eşi olacak muhtemel hanımefendinin o pantolonu nasıl zorla ütülediğini düşünürken herkesin adama sinir sinir baktığını farkettim. galiba bu kadar özenli olduğu için onu sapık yerine koyanlar bile vardı ( sarışın bir kadın hışımla çantasını onunla kendi arasına koydu). güzel olmak bu kadar mı suç ayşeciğim?

şimdi

ben tam bir çaresizim. çünkü her şeyi unutuyorum. çay içtiğim küçük ucuz kahvelerde, defterlerimi, şemsiyelerimi, kalemlerimi unutuyorum. kandillerde aramam gerken insanları unutuyorum. aygazda çaydanlığı unutuyorum, insanlara verdiğim randevuları unutuyorum. ortaokul anılarımı unutuyorum. şimdi ayşelerden hangisi olduğumu nasıl hatırlayabilirim ki? bir elmanın içinde seyahat eden iki ayşe varsa, ve bunlardan birinin plakasını düzeltmek gerekiyorsa, rica ederim ayşe hanım o siz olun. ben zira unutkanım.

26 Mayıs 2008 Pazartesi