27 Haziran 2008 Cuma

sabahın içinden eyübe doğru

uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yapıp sabah erkenden dışarı çıktım. rüzgara karşı bedenimi bıraktım. sabah rüzgarı insanın ruhunu temizliyor tertemiz bir su gibi. bu temizliğe yüzümü dönmek sabah sabah öyle iyi geldi ki.
bir termos çay ve bir çay bardağını çantama atıp eyüpe gittim. simit zeytin ve peynir alıp mezarlığın içinden kıvrılan yolu takip ederek o küçük caminin bahçesine çıktık.. ağaçlar arasında bir masa başında toplanıp kahvaltı yaptık. istanbul'u ne çok özlemişim.
ne çok ne çok ne çok.....
istanbul'un içinde istanbul'u özlemek daha büyük bir özlem gibi geliyor.

26 Haziran 2008 Perşembe

neredeyim ben

ne zamandır gelemiyordum, şimdi geldim ama pek de "burada" sayılmam. çok uzun zamandır kayıbım. ankara beni çaktırmadan yuttu. Başta o kadar zararsız görünüyordu ki... sonra o önemsenmeyen, dikkate değer görülmeyen şey kabarmaya, ve hayatımın saçını başını yolmaya başladı. her şey burada aynı torna tezgahından çıkmış. Biraz Ulus hariç. evet evet ulus hariç. ona Eminöünden bayağı serpilmiş. ulus yani ulus semti, Ankaranın merkezi aslında. tam göbeği. eski meclis, eski binalar ve de Hacı Bayram Veli Hz.leri orada dinleniyor. Neden şehrin tam merkezlerini fakir insanlar tutar acaba? Burada da böyle. fakirler, güzeller, tehlikeliler. Ulusta hırsızlık çok olurmuş. gece kondular bir sürü. Evet bana Eminönünü hatırlatıyor. Belki de uzun zamandan sonra "selamunaleyküm" selamını orada tesettürlü bir kadından duyduğumdum içindir ulusu birden bire bu kadar kalbime sokuşum. ben bu selamı o kadar uzun zamandır duymuyordum ki. siyah eşarplı orta yaşlı kadın bu selamı verince, japonlar gibi eğilip ağzımı minnettarlıkla açıp aldım selamı. o kadının ardına takılıp gitmeyi bile düşündüm. Ankra böyle işte. içinde o kadar şey yok ki.

16 Haziran 2008 Pazartesi

kronik başağrısı

her ayın belli gününü ve saatini ve dakikasını ve anını bekleyen bir başağrısıyla kalakalmanın ne demek olduğundan söz açacağım. sessiz ve gizlice başımın içine süzülen bu ağrı beni yine beni kendimden geçiriyor. hafif ve sinsice kendini hissettiren bir başağrısı bu. yazı yazarken, konuşurken, işimin başındayken, yemek yerken, uyurken asla ve asla beni terketmeyen bir sancı beynimde. bazen iki bazen üç gün boyunca beynimin kıvrımlarında dolaşan sinsi bir yılan gibi; ıslak, kaygan ve ağır... kıvrılıyor ve kıvrılıp ilerledikçe ağırlık ve kayganlıkta ağrıyla birlikte o yana yığılıyor... artmayan azalmayan ama ne olursa olsun beni terketmeyen bir ağrı... gecenin bir vaktine kadar hafif hafif zonklayan bir baş ağrısına yenik düşen göz kapaklarım sabahleyin aralandığında ilk 'günaydın'ı bu sinsi ağrıdan duyuyorum. duymak istemesem de duyuyorum çare yok.. gözlerimi yine bu baş ağrısıyla açıyorum... kaç sabaha böyle uyanacağımı düşünmek bile istemeden gözlerimi açıyorum
neyse şimdi kalkıp bir parça ekmek ağzıma atıp bir ağrı kesici içmeliyim..
hafif bir duş almalıyım...
pencereyi açmalıyım...
içimdeki şu kusma hissini bastırmalıyım...
başımdaki ağrıyla lise yıllarına kadar uzanıyorum ve o güne dek merak ettiğim soruyu hemen soruyorum birilerine:
-başağrısı ne demek? nasıl birşey?
çocukken ve ilk gençlik günlerinde en çokmerak ettiğim şeyin ne olduğunu girdiğim öss sınavından sonra öğreniyorum...
hayatımın en stresli gününün armağanı olarak kalan başımda bir ağrı ve elimde bir minoset...
---
ağrının başa vurması...
başa vurdukça insanın beyni de çalışıyor ve dua ediyor:
allahım beni sağlıktan sınav etme! kanatlarım kırılıyor.

10 Haziran 2008 Salı

kelimelerle musiki yapıldığını bir de kelimelerle resim yapıldığını biliyoruz. ama örnek verebilecek miyiz? tabii ki verebilcez. ya ne sandınız. işte örnek: "Hübub eder gibi reftarınız ne halettir,/ Acep nesim-i seherden mi aferidesiniz?" demiş Abdülhak Hamit, yani: "Böyle eser gibi yürüşünüz nasıl şeydir/ Acaba siz seher rüzgarından mı yaratıldınız."

9 Haziran 2008 Pazartesi

deliler ve kediler

dün gece bir arkadaşım otobüs durağında gördüğü küçük deli bir çocuktan bahsetti. çocuk deli gördün mü sen hiç?
çocuk deli... çocuk:deli... çocukluğumda bana aşık olan bir deliyi hatırladım birden.. ilk aşk cümleleri bir deliden.
ama içindeki aşkı ürkütecek kadar güçlü bir silahımız var: küflü peynir!
'Bak evden peynir getiririm! git buradan" dediğimizde merdivenlerden hızla iner giderdi. belkide bu yüzden aşk kelimesi benim içinde biraz da delilikti.
---
neyse şimdi ben laftan bir peynir gemisine binip lafı delilerden açacağım. hatta sadece söz açmakla kalmayıp içimdeki deli hatıralarına doğru bir yolculuğa çıkacağım... delilerin ve kedilerin buluştuğu bir mekanda biraz soluklanacağım.
---
üniversite yılları daha.. arkadaşlarımla sık sık gittiğim bir mekandayız.. hayatın ve ölümün içiçe geçtiği bir çay bahçesi. mekanın müdavimleri arasında çok sayıda deli ve kedi var. hatta parmağında kocaman yüzükleri olan saçı sakalı birbirine karışmış bu meczup amcalardan biri elinde ney'iyle mekandan içeri bir hayalet gibi süzülünce arkasından da kuyruğunu havaya kaldırmış siyah beyazlı bir kedi görünürdü. etrafa bile bakmadan adamın oturduğu yere gider ve yanındaki mindere kurulur mırıl mırıl etrafı seyretmeye başlardı.
anlatılanlara göre üniversite yıllarında çok kitap okuyup sonunda da 'düşünceden çıldıran' bir adam daha var burada. dünyanın en sessiz insanı olarak öylece saatlerce sırtını tarihi sütuna verip oturuyor. mekanın emekli astsubay bir delisi daha var. deli deli mavi bakışlar fırlatan yaşlı bir amca. ama delilerin birbirleriyle arkadaş olduğunu sohbet ettiğini hiç görmedim bu mekanda. hatta yanyana geldiklerini bile...
ama onların etrafında dolaşan kedileri hiç unutamam. ayaklarına sarılan, yanlarına sokulan, mırıldanan kediler, delilerin olmadığı zamanlarda pek ortalarda görünmezdiler.
deliler ve kediler arasındaki sır
işte bu sır üzerine yürünecek uzun bir yol var.

4 Haziran 2008 Çarşamba


çok uyumaya, çok uyumayı sevmeye, çok uyumayı sevdiği için vicdan azabı duymaya, çok uyuma eyleminin vicdan azabına galip gelmesine, çok uyuma eyleminin sürekli kazanmasından dolayı hissedilen vicdan azabının bir alışkanlığa dönüşememesine, sızın sızım sızlamasına, ama çok uyumadan da vazgeçmeyişe dair bir ilaç eczanelerde satılır mı? satılırsa ben almak istiyorum. ben istediğim için satılma ihtimali var mı?

tanrının dizleri ve ellerine

bir musa kıssası okumuştum. musa tur dağına çıkıyor ve diyor ki: ey tanrım benim soframın misafiri ol. tanrıdan söz alıp evine gidiyor. ertesi gün ise mükellef bir sofra hazırlayıp tanrıyı beklemeye başlıyor. tam o sırada bir yoksul, üstü başı perişan bir adam gelip yemek yemek istiyor ama musa adamı sofrasına oturtmuyor.
çünkü sofra mükellef bir tanrı için hazır ya..
hava kararıyor sabah oluyor ama beklediği tanrı bir türlü yemeğe gelmiyor.
ertesi gün yeniden dağa çıkıyor biraz kırgın ve üzgün vaziyette..
tanrıya sesleniyor: neden söz verdin de soframa oturmadın diye...
tanrı da musa'ya diyor ki: ey kulum hani yoksul bir adam gelmiş sofrana oturmak istemişti ya işte o bendim. ama sen beni sofrana almadın.
----
ben bu kıssayı öyle çok severim ki...
tanrının dizlerinin de bu yüzden neresi olduğunu hemen anlayıp sana hemencecik göz kırptım.
çünkü tanrım elimden tut çok yanlınızım ve mutsuzum dediğimde hep birilerini gönderdi ve şevkatle o kişi elimi tuttu.
param bittiğinde bankaya biryerlerden para yattı.
benimle konuşmasını istediğimde de güzel gözlü bir arkadaşımın ağzından ya da özenle yazılmış bir kitabın satır aralarından seslendi.
tanrım şimdi ne yapmalıyım dediğimde cebime hep geceyarılrında olağanüstü güzel mesajlar gönderdi.
elimi tuttuğu da oldu tanrının
ama henüz dizine başımı gümüp ağlamadım. ne yazık!
işte içimde bu hevesi de uyandırdın:
_tanrım ben de dizlerine yatıp ağlamak istiyorum
düşüp üstüne ağlamak dilerim
söyle ey tanrı dizlerin nerede

Düşüp üstüne ağlamak dilerim
Söyle et Tanrı dizlerin nerede
Cenap Şahabettin


İlk duyuşta çok keskin, hatta rahatsız edici. Lakin ne kadar güzel ve doğru değil mi? Ve masum. insanın hayatına denk gelebilecek iki mısra. dua gibi. Amin

2 Haziran 2008 Pazartesi


Zaman yürümüyor, dakikalar korkunç bir sıkıntı içinde uzuyorlar, hatta dağılıyor, birikmiyor, toplanmıyor ve bir çeyrek saat olamıyorlar- Tabii ki dokuzuncu hariciye koğuşu-

peyami

Burada ıstıraba ve tevekküle o kadar alıştım ki. onları bırakırsam ruhumun bir parçası kesilmiş gibi boşluk duyacağım; bırakmazsam isyansız nasıl yaşayacağım?- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu

1 Haziran 2008 Pazar

29 mayısa bir de hüzün ekleyelim

29 mayıstan madem söz açtın
bende bir 29 mayısta annemle vedalaştığımdan bahsedeyim
annem olmazsa bu dünyada hayatın duracağına inanan ben
annemin iyileştiği müjdesini veren doktorların sesine kanıp nasıl bir günlüğüne ankara'ya gittiğimi anlatayım.
ama inan ki bir doğum hikayesi gibi deniz kenarından geçen bir öykü olmayacak bu..
uzun ipler boyu bir anneye seslenmek hiç kolay olmayacak.
bunu hissedip mayıs ayından bir haziran sabahına atlayayım en iyisi...